• Turkish
  • English
  • German
  • Google ÇeviriÇeviri tarafından desteklenmektedir
    Google ÇeviriÇeviri tarafından desteklenmektedir

Ne aramıştınız?

Kalbi ile ilgili sertlikleri, katılıkları olan kimseler; gardını almışçasına kasılmış ve sert davranış içinde bulunanlar; çeşitli şekillerde davranış modelleri, duygu modelleri geliştiren kişiler ve bazen duygu yobazlığı yaparak hayat içerisinde kendini hissizleştiren, duyularını tamamen kapatan kişiler; bazen de yaşadıkları olaylardan, travmalardan dolayı etrafında zırhlar ile gezen bazı kişiler...

Bunların her bir tanesi aslında her birimiziz. Bazen çok yakınlarınıza, dostlarınıza, akrabalarınıza, arkadaşlarınıza; bazen sevgiliniz ya da eşinize karşı kendinizi sertleştirdiğiniz ve katılaştırdığınız taraflar olabilir. Hatta bazen kendinize karşı bile sert olabilir, kendinize gaddarlık ediyor olabilirsiniz.  
Bu önemli mekanizmayı fark ettiğimizde hem birbirimize olan ilişkilerimiz hem de kendimizle olan ilişkimiz, hayatla olan bağlarımız güzellikle iyileşebilir. 

Öncelikle şunu hatırlamalıyız: Bir idrak; bir sürü sorunu, problemi çözebilir.

Herhangi bir konudaki karanlık noktaya bir bilginin ışığı vurduğunda, oradaki farklı açılardan görebilme yeteneklerimiz açılabilir ve “Bak, bugüne dek böyle bakıyordum şimdi ise başka şekilde de bakabilirim.” diye bir açı genişletmesi yapabiliriz. Açılarımız genişledikçe de at gözlüklerimizi çıkartarak sağımız ve solumuzdaki çeşitlikleri görebiliriz.
Peki bir insan neden katılık ve sertliğe neden ihtiyaç duyar? Neden dolayı kendini katılaştırır, sertleştirir, zırhları ile gezer, neden etrafına surlar örer?

Kimisinde bunu bedenindeki yağ dokularıyla, şişmanlıklarla; kimisinde kaşlarını çatarak gezerken, dolaşırken; kimisinde aşırı disiplinli ya da prensipliymiş gibi yoğun sertlik ve katılıklarla; kimisinde sert ses tonuyla; kimisinde etrafındaki korumalarla; kiminde ise bir sürü sözlerle, kelimelerle ya da bir mekânın, bir hâlin içerisine kendini hapsetmesiyle görebiliriz.

Öncelikle bütün bu sertlik ve katılığın arkasında insanın korkuları, zarar göreceği zannı vardır. Bu zan; tabi ki duygularda, bedende, ilişkilerde; hayatın birçok evresinde bazen geçmiş travmaları, yaşanan deneyimleri, o deneyimlerden alınan bilgiyi doğru özümseyememe, doğru yerlere koyamama ve bunlar çözümlenemediğinde, fark edilemediğinde ise o yaşanan olayın ve travmanın bize ne anlatmak için geldiğini, hatta siparişin ne olduğunu hatırlayamamaya sebep olabilir. Hayata karşı, çevremizdeki insanlara karşı bazen gardımızı alma pozisyonunda, etrafımızdaki insanlara güvensiz, her an biri tarafından kandırılabilir, dolandırılabilir zannıyla çevreye ve insanlara karşı, hayata karşı sürekli bir gard ile gezme haline sokabilir, ki   güvensizlik oldukça güvenilmeyen insanlar ve ortamlar içerisinde olacağımız prensibini aktive etmiş oluruz.
Bir kişi eğer alanını koruyamıyorsa, alanının ne olduğunu bilemiyor, haddi müdafaa yapamıyorsa, yani kendisi için nerede evet, nerede hayır, nerede bu benim için faydalı bilemiyor ve tercihleri için bu benim kararım diyemiyorsa orada öncelikle bir alan bozulması oluyordur.
Alan savunması konusunda ülkeler ne yapıyorlar? Sınırlarına güvenlikler yapıyorlar, mayınlar döşüyorlar ya da surlar, kaleler yapıyorlar.

İnsanlar da tıpkı doğanın içerisindeki benzer sistemlerde olduğu gibi kendine kaleler yapıyor: Duygu kaleleri, bedende yağ kaleleri, zihinde düşünce kalıpları ve putlarıyla, inanç kalıplarıyla çeşitli kaleler yapıyorlar. Bazen fikri sabitlikler, bazen yobazlıklarla bir realiteyi, bir hâli korumaya başlıyorlar ki burası oldukça önemli: Realiteyi korumak, yani kendi gerçekliğini, o âna kadar ki hâli ve durumu korumaya çalışıyorlar.

Korumayalım mı? Öğrendiğimizi, bildiğimizi bir muhafaza içine almayalım mı?  Tabi ki buradan baktığımızda kişi putunu korusun diyorsun. Peki hayat böyle mi? Hayatın içerisinde sürekli bir akış var; mevsimler, yıllar, zaman sürekli değişiyor. Hiçbir an hiç başka bir âna benzemiyor.  Eskilerin de dediği gibi, “Aynı suyun içinde, aynı derenin içerisinde ikinci kez yıkanamazsın.” çünkü o anda akan dere yeni bir dere, yeni bir su, yeni bir bilgi, yeni bir hâl taşıyor.  Ve sen biraz önceki suda, biraz önceki hâli bırakmadıysan yeni su seni yıkayamıyor ve sen aynı hâlin ve aynı durumun içinde tekrarlar, tekrar döngüleri ve bir sabitlikler yaşarsın ki bu da doğanın akışına terstir. İşte tam da burada, bu direnç noktamızda, insan; bu direnci kıracak, buradaki bu yeri, bu fayları çatlatacak yeni şeyleri hayatına davet ediyor.  

Yani hayatın döngüleri der ki, “Böyle devam edemezsin ve eğer sen kendin değişmezsen ben seni değiştiririm.” ki burası önemlidir.

Hâl böyle olunca insan, ‘ben seni değiştiririm’ diye bu sefer hayatı, hayatın içindeki olayları, enerjileri ve frekansları -tıpkı yıldırımı çeken bir paratoner gibi-  çeşitli olayları, durumları üzerine çekebiliyor.  Bu sefer de o katılaşan, sertleşen duygular ve düşünceler nerede çok sertleştilerse, orada kırılacak durumlar oluşuyor.
Yumuşak ve esnek bir ağaç her türlü rüzgâra dayanırken katı ve sert ağaçlara ne oluyor? Rüzgâr ve fırtınalarla çatlayıp patladıklarını görürüz. Diğer taraftan da bu sertliğe ve katılığa ihtiyaç duymak, ilk başlarda belki de kişiye ilâhî bir yardım olarak sunuluyor; güçlensin, köklensin ve bu ağaç bulunduğu yere sağlam bir şekilde köklerini salsın diye.
Aslında öncelikle bazılarınız da bu sebeple köklendiniz, bu sebeple sertleştiniz ve katılaşma aracını seçtiniz ve buradaki faydalıyı görmek de önemli. Bir kişi alanını yeterince koruyamazsa tabi ki duygu sertliğine ihtiyaç duyar. Birilerine karşı hayır diyemiyorsa -hayır diyemeyeceğini bildiği için- insanlara baştan sert, katı, bazen gaddar olabiliyor. Belki çoğumuza garip gelir ama o çok sert ve katı görünen kişilerin, çoğu zaman içleri yumuşacıktır.  Zaten içleri yumuşacık olan kişiler dışarıda kendini sertleştirip katılaştırılmaya ihtiyaç duyar.

Mesela birçok mafya babası dışta bir sürü insanın infazını, ölümünü onaylarken diğer taraftan bakarsınız ki fakirlere yardımlar ediyordur. Diyeceksin ki, orada, içerde yaşadığı suçları veya vicdani şeyi rahatlatıyor ama içeride de yine tüm o gaddarlığın çok yumuşak bir tarafı vardır; incinmiş, kırılmış yanları vardır.  Her birimizde bu, kademe kademedir. Diğer taraftan ilâhî sistem ve yasalar her birimize o kadar adaletli ve öyle mükemmel bakar ki o en gaddar, dışarıda en vahşi görünen kişiyi de kucaklayıp sever ve korur. 
Öyle bir birlik ve öyle bir adalet sistemi vardır ki sürekli iyilik yapan bir kişi ile sürekli kötülük yapan bir kişi eşit bir korumanın içindedir. Bu şu an birçoğunuzun zihnine, anlayışına hemen alınabilecek bir bilgi gibi gelmese de sistem böyle çalışır.

Bir tanesi huzur ve güzellikle, muhafaza ile bir yere götürülürken; o en katı, en sert, en savaşçının da istekleri ve duaları kabul ediliyordur. Yumuşak ya da olumlu tarafta olan, haddini ve sınırlarını bilmek, sınırı çizebilmek, kendi hayatının değerini bilerek o değeri korumayı öğrenmek için aslında olumsuza da ihtiyaç duyar. Bu sebeple hayat içerisinde olumlu ya da olumsuz zannettiklerimiz bir tamamlanma içindedir ve her bir varlık görevini yapar. Biz eğer o kürenin tam merkezinde denge içinde duruyorsak, sağı da solu da, olumlu ya da olumsuz zannedileni de dengede bir görürken, diğer taraftan kendimiz için an içerisinde faydalı ve faydasızı ayırt edebilecek bir zekaya, ilâhî zeka ve şuura ulaşıyorsak, zaman içerisinde artık o sertlik ya da katılık dediğimiz durumlara ya da sınırlara, zırhlara ihtiyaç kalmamaya başlar.
Tam burada çok önemli bir nokta başlar: Dışarıya aşırı sert, katı, mesafe koyan ve sertlikten beslenen o taraflarımız, kendi alanımızı korumayı öğrendikçe bunları kaldırmaya başlar.

Eğer yeteri kadar teçhizatınız varsa sınırlarınıza mayın koymaya gerek kalmaz. 

İşte bunun gibi huzurundan, sevgisinden, hayattan tat almaktan vazgeçerek katı olanlar, sertleşenler, kalplerini gaddarlaştırıp katılaştıranlar, aslında kendi alanlarını korumayı öğrendikçe, hem kendinin hem ötekinin haddini bildikçe -had, yani sınır- artık kim, nerede, ne kadar yaklaşabilir, ne verebilir, ne alabilir? Kavradıkça yumuşama yolunda olacaklardır. Bunun için de tabi ki bir şuur ve idrak genişlemesine ihtiyaç vardır, bilgiye ihtiyaç vardır. (Bilgi; ilk önce bizim dışarı dediğimiz, hayat içerisindeki deneyimlerle, çeşitli tecrübelerle, okuyarak, öğrenerek, dinleyerek yaptığımız paylaşımlarla, birbirimizin deneyimlerinden topladıklarımızla; bir taraftan içeri alınırken bir taraftan da kalbimizin ve yüreğimizin içerisindeki özden hayata, kendimize ve en önemlisi de kulaklarımıza duyurularak hatırlatılır.)

Kendimizi nerede korumasız hissediyoruz?

Hangi yaşadığımız deneyim bize tekrar tekrar zarar verecek zannediyoruz? 

Özellikle hayvan korkuları, fobileri olanlar, alanını yeteri kadar koruyamadıkkları için bu fobiye ihtiyaç duyarlar. Bu fobinin bağlantısını görünce ve orada gerçekten kendi bedenini, kendi duygu alanının korumasını yapabildikçe artık o korkuya olan ihtiyaç bitiyor.

Duygularınızın içerisine başka duygular sokuyor musunuz? Kelimelerden, sözlerden kolaylıkla etkileniyor musunuz? Başkalarının yaptıkları, söyledikleri sizi çok fazla etkiliyor, sarsıyor mu? Evet ise o zaman daha güçlenmemişsiniz demektir. Daha fazla köklenebilmek için bu ağacın daha da sertleşmesi, katılaşması ve kabuk tutması gerek. O zaman da hâliyle katılığa ihtiyaç duyarsınız. Peki bu bedende bu nasıl oluyor? 

Öncelikle suyun ne kadar yumuşacık olduğunu biliriz. Hatta biraz ısıttığımızda daha da yumuşuyor ve nihayet buharlaşıyor. Ama birazcık soğuttuğunuz zaman da bir anda katılaşıyor.

Bizim bedenimizde de su sistemi; böbreklerimiz, mesanemiz, hormonlarımız, hatta saçlarımız, kemikler dahil olmak üzere vücudumuzdaki tüm kısımlar bu sistemde yer alıyor. Ne zaman ki bir endişe oluşuyor, su hemen donmaya, üşümeye başlıyor. Böbrek rahatsızlıkları ve böbrek kenarlarındaki aşırı soğukluklar da böyle oluşuyor ve bir bakıyorsunuz ki bedeniniz orada bir şeye yol açmış: Kimisinde kemer boyu içerisinde bel fıtığını yapıyor, kimisinde böbrek rahatsızlığı, kimisinde ise rahim ya da prostatta sorun meydana getiriyor. Peki burada asıl sorun ne? Suyun soğuması, yani katılaşması ama aslında olan, kişinin herhangi bir durumda akışı durdurmuş olması. Bunu ne ile yaptı? Bir endişe hâli ile... Ya şöyle olursa, ya böyle olursa, ya savaş buraya gelirse, ya atom bombası atarlarsa, ya deprem olursa, ya sel gelirse?

Öncelikle buraya bir bilgiyi koymamız önemli: Yeryüzünün, dünyanın, bu kâinatın muhteşem bir yasa ve adaletle yönetildiğinin farkında olmamız gerektiği.

Tabi ki sahibi öncelikle her şeyin hesabını yapmış, bilen, gören olarak, her birimizin ihtiyacını bilen ve karşılayan bir sistem kurmuştur. Öyleyse hiç kimse kafasına göre gelip atom bombasını patlatamaz.

Mesela bir nükleer sızıntı da olsa, o oradaki bir ihtiyacı karşılamak içindir. Yani hiçbir şey hesapsız değildir ve alacağınız nefes sayısı sizin tarafınızdan teyit edilmiştir. Her birimizin yaşayacağı hayat ve kader planları kendimiz tarafından onaylanmıştır.

Onaylanmadık herhangi bir hâl ve durum yaşanmıyor. Öyleyse bu endişe, sisteme ve yaratıcıya olan güvensizlikten kaynaklanıyordur ki bu soğukluk, kişiyi hayattan soğumaya, insanlardan ve ilişkilerden soğumaya kadar götürür.

Şöyle diyebiliriz: Biz güvendikçe güvenilir bir ortamla karşılaşırız ve aklımız ve şuurumuzla herhangi bir olayın, herhangi bir duygunun, herhangi bir düşüncenin veya fikrin bize ne oranda gelebileceğini seçebiliriz. Faydalı ve faydasızı alabilecek bilgiyi benimsediğimiz müddetçe de katılığa ve sertliği olan ihtiyacımız azalır ve nihayet biter fakat kişi kendisi için faydalıyı seçmeyi bilmiyorsa oraya bir baraj yapmak zorunda kalır. Çünkü kendisi için faydalıyı seçemiyordur. “Haydi gidelim şunu yapalım” dendiğinde yapıyordur. Tabii ki otorite ile barışık olacağız ama bir taraftan da her türlü bilgide otoriteyi tespit ederek hareket etmek durumundayız. Yani annenizi ya da babanızı kandırabilirler. Evet ama siz uyanık olmak durumundasınız. Bu şu demek değil: Kandırılacağım korkusuyla yaşamak. Hayat içerisinde her şey olabilir. Her insan iyi ya da iyi olmayan davranışlarda bulunabilir, sen faydalıyı, faydasını alırsın ama bu insana, insanlığa güvensizlik demek değildir.

Her zaman, ben nasılsam sistemim de bana göredir. Yani benim bulunduğum hâl neyse, bana sunulacak olan da budur. Ben korku ve endişe ile yaklaştığımda korkutacak ve endişelendirecek durumlarla buluşurum. Ama kendimi gerçekten eminlikle güvende hissediyorsam zaten korunurum. Bu tedbirsizlik değil. Tabi ki her türlü durum için her zaman akılla tedbirimizi alacağız; bu tedbirleri alırken ise hırs, öfke, kızgınlık, korku ve endişe gibi duygulardan sakınacağız. Bileceğiz ki biz kendi dileklerimizle, taleplerimizle kendimiz için faydalı olanı hayatımıza çekebilir ve çağırabiliriz. Bu yeteneğimiz var. Diğer yandan eğer hayatın içerisinde sertleşip katılaşıyorsak, olduğumuz yerde ölürüz.
Bugün birçok realite, birçok insan yaşıyorum zannediyor, oysa oldukları yerde sabitlikten dolayı yaşamıyorlar ve cansızlar. Her gün aynı şeyi yaşıyor; her gün aynı hâl ve durum içerisinde; aynı duygularla, aynı işleri yapıyor. Bu yaşamak değil; bu, her gün tekrar döngüsü içerisinde aynı şeyi yapıp yaşıyor gibi davranmak. Bunlar ölüler. Dolayısıyla, kıyamet denilen şey bu ölülerin ayağa kalkması, dirilmesidir.

Kıyam etmek; dirilmek, uyanmak, yani bir hâlde o günlük tekrarların, rutinlerin ötesine geçmektir.

Dünya sürekli bir döngü içerisinde; mevsimsel döngüler, her bir çakranın; seni harekete geçirmek, yenilemek üzere her bir elementin farklı farklı döngüleri var. Bu katı ve sert, buz tutmuş duygularından hissizlikle korunacağını zannederek kendini buzlaştırdıysan  ama aynı zamanda da akışa geçmek istiyorsan hayat oraya ısısını veriyor: Hayat ya kırıyor ya da oraya yoğun güneş ışınları, ısılar yollayarak bildiğini bıraktırmak üzere, bildiğinden vazgeçirmek üzere çeşitli şekillerde gelip kapını çalıyor. Aslında bunların her birinin hayrımıza ve iyiliğimize olduğunu bilmek önemli.

Seni yaratan, annenden, babandan daha çok severken, senin kötülüğünü mü düşünecek, senin zararını mı düşünecek sanıyorsun? Her an korunup kollanacaksın. Sadece şu var: eğer ateşe yaklaşıyorsan, üstünü başını yakacaksan bundan ötürü bazen “Gel şu ateşin ne olduğunu öğren, şöyle bir elin cız etsin de bir daha bu kadar yaklaşma.” minvalinde deneyimler tattırılabilir.

Bunların her bir tanesi bir korumadır. Ama korunmayı bilmeyip kendi alanını bilmeyip de ateşe atlayanlar, evet, zarar görebilir. Bu sebepten dolayı şunu bileceğiz ki nerede kendimizi çok katılaştırıyorsak, bazı alanlarda, ‘benim dediğim doğru, bundan başka doğru yok’ diyorsak, kendi düşünce ve inanç putlarımıza sıkı sıkıya sarılıyorsak, düşünce ya da duygu yobazlıkları yapıyorsak buralara bir daha bakarak, burada nerede katılaştık, nerede bu kadar sert olduk, duygularımızı, içerdeki o şefkatli, sevgi dolu tarafımızı nerede bıraktık, bunlara bir daha bakmalıyız. Şunu göreceğiz ki aslında hiçbirimizin birbirimizden bir farkı yok.

Yeryüzünde yaşayan bütün insanlık âlemi birleşik insanlık realitesini oluşturabilmek için bir çaba hâlinde. Her birimiz olumlu ya da olumsuz birçok davranışta bulunarak bir yere gidiyoruz.. Bilin ki bütün olan neyse, her birinin bir hesabı her zaman vardır. Ve her bir şey hayır için, fayda için olur. Nasıl ki bir yaprak bile O’nun izni olmadan kımıldamıyorsa, -ki ‘Hayatın Matematiği’nde bunları sayılarıyla, astrolojisiyle, matematiğiyle, renkleriyle, elementleriyle, doğasıyla yani tüm sistematiğiyle anlatıyoruz- emin olmalıyız ki her yerde öyle bir ilahi matematik var ki her bir şey hayır için, bizi desteklemek üzere geliyor.

Tabi ki kişi isterse ölümü de seçebilir. Ölüm katılıktır, sertliktir; canlılık yumuşaklıktır. Bir bebeğe bakın, bedeninin neredeyse % 90 – 95’i sudur ve yumuşacıktır. Bedenindeki sudan dolayı  neredeyse kemiklerini bile kıramazsınız. O kemikler, eklemler o kadar esnektir ki bebekler yumuşacıktır. Tabi ki özen ve dikkat de önemlidir. Mesela birçok Kuzey ülkesinde çocuklara egzersiz yaptırırlar. Çeşitli hareketlerle çocukların bedenlerini öyle açarlar ki jimnastikçilerden 10 kat daha esnek olurlar çünkü vücutlarında çok fazla su vardır.
Oysa kişiler ihtiyarlama denilen durumlara doğru gittikçe, vücutlarındaki su % 95'ten yavaş yavaş 65’lere, 60’lara düşer. Artık % 50’lere indiğinde kişi ölür çünkü bedeni susuzluktan katılaşır. Su akışkan bir şeydir, güvenle alakalıdır. Siz güvendikçe insandan insana, doğaya, hayata, kendinizden kendinize ve içeriye doğru akarsınız, akış hâlinde olursunuz.
Aslolan bu akışın içerisinde olayların, olanın tadını alarak akabilmektir. Akışı durduran, durdurduğunu zanneder. Duran, ben burada duracağım zanneder. Oysa duran geriler, gerileyen de bir şekilde kırılarak dalganın içerisinde aşağılara alınır.  Yeryüzünde kimin başına ne geliyorsa -bazen hastalıklar, sorunlar, kayıplar- bunların her bir tanesinde bir mekanizma ve sistem vardır.

Şu da vardır ki isteyen, an içinde sertleşir, katılaşır, esneyemediği için kırılır; isteyen ise o suyun akışıyla yumuşacık ilerler. Suyu kıramazsın, bükemezsin çünkü akış hâlindedir. Ama buzu kırarsın, tuz buz yaparsın ve ona böyle bir hâli sergiletirsin.

Bazen topraklanamayanlar, köklenemeyenler bunu becerebilmek için yeryüzünde çok katı ve sert kalıplar hâlinde törelere ve geleneklere tutunmak durumunda kalır. Anadolu birçok geleneğini, adetini bu şekilde topraklanarak koruyabilmiştir ama bunun bazı dezavantajları da var ki bazı alanlarda ilerleyememek ve gelişememek bunlar arasındadır. 

Hem geleneğin bilgisini hem de törenin bilgisini alarak, onları bugüne uyarlayarak hayatımıza yeniden yön verebiliriz. Biz hayatımıza kendimiz, kendi şuurumuzla yön vermediğimizde, dışarıda başkaları bizim hayatlarımıza yön verme hakkını kendilerinde görür. Boşluk varsa o boşluğu birileri doldurur. Öyleyse kendi hayatımızdaki bu durumları kendimiz iyileştirmeliyiz.

Hayata her an bir bebek gibi akabiliriz. Diyeceksiniz ki, “Tamam da şunu yaşadım, bu travmalarım var, ilişkilerimde bunlar oldu.” Oldu, bitti. Oradan alacağına bak. Eğer alacağını alamıyorsan, o kapıyı kapatamazsın, geçmişi değiştiremezsin. Onun yerine geçmişten alacaklarımızı, öğreneceklerimizi güzel bir şekilde içeriye kabulle alabilirsin. Onlar bizim temelimiz. Temelinizde olanları güzel bir şekilde alın. İnkâr ederek ya da kabulün ötesine geçerek değil, tam tersine, “Bu benim hayatım ve bütün bu yaşadıklarım bana fayda verdi, şifa verdi. Ben bunları alarak bugüne geldim.” diyerek.

Mesela kayıp yaşadın, diyeceksin ki: “Benim annem öldü, babam öldü, bunun kazancı ne?” Bakalım hangi anlaşmadan dolayı onları erken yolladın, erken gittiler. Ya da “Bu parayı kaybettik, mevki kaybettik, şunu bunu kaybettik” diyeceksin. O zaman da neyi durdurmak istedin? Ki özellikle ‘dursun’, ‘kalsın’ gibi kelimeler kullanan, kendini durdurmak isteyenlerin ya yönleri yanlış ya gittiği yer doğru değil; gerçekten kalbinin ve gönlünün yoluna değil. Dönüp bir daha bakmalılar.

Çok keskin ifadeler kullananlar, kesinlik verenler, asla diyenler; asla değişmem, asla şöyle olmaz, böyle olmaz vs. diyenler... Niye bu kadar sertler, niye bu kadar katılar? Önce kendimize merhamet edelim. Kendimize şefkati, öz şefkati güzel bir şekilde vererek tüm varlığımızı, hayatımızı kucaklayalım ki bizim kendimize gösterdiğimiz sevgi ve şefkat çevremizdeki yansımalarımız tarafından da bize gösterilsin.

Ne zaman ki alanlarımızı doğru şekilde koruyacağız, o zaman göreceğiz ki o sert duvarlara ihtiyaç kalmayacak, hayat içerisinde su gibi akarak,  yumuşacık  gülümseyerek, tebessümle selamlaşarak ya da hâl hatır sorarak alanımızı doğru bildiğimiz koruyacabileceğiz ve korunacağız. En önemlisi de mutlu olacağız, çünkü mutlu olmayı hepimiz hak ediyoruz.

Her birimiz güzel şükürlerle kendi hayatlarımızı cennete çevirebilme, iyileştirebilme hakkına sahibiz. Öyleyse güzelliklerle dolu bir hayatımız olsun.

Sevgilerimle, hoşça kalın.