İnsanın yaradılış kodlarında hayatta kalmak, yaşamını sürdürmek ve üremek vardır. Bu alana yapılan müdahaleleri, realitesinin icaplarına göre aşmaya çalışır.
Kimi zaman bir lokma ekmek için kimi zaman sevdiklerini ve alanını korumak, kimi zaman da varlıklarını konfora dönüştürmek için mücadele eder.
Hayata ve kendine saygısı arttıkça, mücadele şekli kabadan inceye doğru gelişir.
Hayatta kalabilmek için öldürme arzusu, yaşayabilmek için başkalarının yaşam haklarına saygı ve sevgiye dönüştükçe kişi, tekamül basamaklarında da ilerler.
Bugün hangi insana baksak, ailesi, çevresi, komşuları, iş arkadaşları, rakip gördükleri, en azından kendisi ile çatıştığını görürüz. Çatışmalar ve kavgalar savaş enerjisinin tohumları ve kıvılcımlarıdır.
Savaş bir orman yangını ise, dünyadaki her insan, bu yangına, kendi hayatında yaşadığı çatışmaların kıvılcım ve ateşinden bir parça koymuştur.
Bir kelebeğin kanadının titreşmesi nasıl ki, fırtınalar ve hortumlar yaratabiliyorsa, senin de bir öfke patlaman ya da hayatındaki bir insanı düşman görerek onunla kavga içinde olman, dünyanın herhangi bir yerinde bir savaşı başlatabilir.
Öyleyse kendimize şu soruyu soralım; Ukrayna ile Rusya arasında çıkan savaşta ilk tetiği kim çekti?
Bu savaşın sorumlusu kim?
Birçoğunuzun cevabı, çeşitli liderlerin ego yarışları ve hırsları, küresel çetelerin çıkar hesapları vs. olacaktır.
Bunların herbirinin doğruluk payı olsa da durumu, sen, kendi merkezinden, şahit olduğun olayları seyreden olarak değerlendirdiğinde nasıl yorumlarsın?
“Bu konunun benimle ne alakası var? Bu yangına ben hiçbir kıvılcım atmadım.” diyerek, sorumluluktan kaçabilir misin?
Peki, dünyada olan herbir olaya, herbirimizin sekiz milyarda bir de olsa, bir katkımız bulunmuyor mu?
İnsanlık ailesinin, davranışsal gelişiminde bizim de bir payımız yok mu?
Savaştaki rolümüzü ve payımızı anlayıp kabul edebildiğimizde, şu soru aklımıza gelecektir, “Öyleyse barış için ne yapabilirim?”
Bu cevabım kiminize tuhaf gelse de; işe, kendi değerini bilerek ve kendini severek başlayacaksın.
Çünkü, insan kendini sevmeyi öğrenmeden, başkalarını ve hayatı sevmeye geçemiyor.
Kendini sevdikçe hata, kusur ve eksiklik olarak gördükleri dahil, tebessümle kucaklanarak iyileşmeye davet ediliyor.
Ayağın taşa takılıp düştün diye, taşa ve kendine kızmayı bırakıp, “Olanın hikmeti ne, bana mesajı ne?” diye bakıyorsun. Derslerinden cevap aldıkça hayata daha coşkuyla akıp, daha dikkatli, iffetli ve imanlı bir hale geliyorsun.
Selamlaştıklarında ve uzağa koymaya çalıştıklarında kendinden bir parça görebildikçe, onlara, olana ve kendine saygın bir kat daha artıyor.
Öyleyse, içimize sulhu davet edelim.
İçeride yaşadığımız barış, güven ve sükuneti hayatımıza ve hayatımızdakilere huzur olarak yansıtıp, güzelliklerle buluşalım.
Tamamlanmalarımız, sevgi ve barış üstüne olsun…
Ünal Güner